Untitled Document BİRİNCİ MEKTÛB

 

Bu mektûb, kendi mürşidi, Evliyânın büyüğü, kalb ilmlerinin mütehassısı (Bâkî-billâh) hazretlerine yazılmışdır. İsm-i zâhire bağlı olan hâlleri ve Arşın üstündeki makâmlara yükselmeyi ve Cennetin derecelerini ve ba’zı Evliyânın mertebelerini bildirmekdedir:

Kâmil ve herkesi  kemâle  kavuşduran, vilâyet derecelerine ulaşmış, nihâyeti başlangıca yerleşdirilmiş olan yolda gidenlerin önderi, Allahü teâlânın beğendiği  dînin kuvvetlendiricisi, şeyhimiz ve imâmımız şeyh Muhammed  Bâkî  Nakşibendî ve Ahrârî “kaddesallahü teâlâ  sirrehül  akdes  ve bellegahüllahü sübhânehü ilâ aksâ mâ yetemennâhü” hazretlerine, kölelerinin en aşağısı olan Ahmedden en yüksek makâma dilekcedir.  Kıymetli emrlerinize uyarak  bu mektûbu yüzümün karası ile yazıyorum.  Dağınık, bozuk olan hâllerimi titriyerek arz ediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahü teâlânın zâhir ismi o kadar  çok tecellî etdi ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhûr  başka  hiçbir şeyde yokdu.  Âlem-i  emrdeki latîfelerin hâlleri  ve acâib güzellikler bu şeklde  görüldüğü kadar başka  hiçbir şeyde görülmüyordu. Onların yanında eriyordum. Yanıp  kül oluyordum. Bunun gibi her yiyecekde, her içecekde ve her cismde ayrı ayrı tecellîler  oldu. Lezzetli  yemeklerde olan  letâfet ve güzellik  başka  şeylerde yokdu.  Tatlı şerbetler de, tatlı olmayanlardan böyle  başka  idi. Kısaca her tatlı şeyde başka  başka  kemâl  vardı. Bu tecellînin incelikleri, yazmakla  bildirilemez. Yüksek hizmetinizde bulunmakla şereflenmiş olsaydım, belki bildirmek nasîb olurdu. Bu tecellîlerin hepsi karşısında, yalnız (Refîk-ı a’lâ)yı istiyordum. Bu tecellîlere bakmamağa çalışıyordum, fekat  kendimi tutamıyordum. Birdenbire, bu tecellîlerin, o zemânsız, mekânsız, hiçbirşeye benzemeyen varlığa bağlılığı değişdirmediğini anladım.  Bâtın,  ya’nî kalb ve rûh, hep ona bağlı idi. Zâhire hiç bakmıyordu. Zâhirde bu bağlılık yokdu.  Zâhir, bu tecellîlerle şereflenmişdi. Bâtının gözü bu tecellîlere hiç kaymıyordu. Bunları bilmekden, görmekden yüz çevirmişdi. Zâhir, çokluğa  ve iki varlığa bağlı olduğundan, bu tecellîlere uygun idi.

Bir zemân sonra, bu tecellîler görünmez oldu. Bâtının  şaşkınlığı ve bilgisizliği yine vardı. Tecellîler  yok oldu. Bundan sonra, (FENÂ) hâsıl oldu. Te’ayyün geri geldikden sonra hâsıl olan Te’ayyün-i ilmî, bu fenâda yok oldu, bundan hiçbir  şey kalmadı.  Bu  zemân  islâm-i hakîkî  başlamağa  ve şirk-i hafînin alâmetleri yok olmağa başladı. İbâdetleri kusûrlu ve niyyetleri bozuk görmek  ve kulluk ve yokluk alâmetleri görünmeğe başladı. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin ve merhametinizin bereketi ile kulluk ne demek olduğunu bildiriyor. Arşın üstüne yükselmek çok oluyor. Bunlardan birinci çıkışda, uzun yolculukdan  sonra, Arşın üstüne yükselince, Cennet yukarıdan kuş bakışı göründü.  Bildiklerimden birkaçının Cennetdeki makâmlarını  görmek  istedim. Dikkat  etdim. Göründüler; makâmların sâhiblerini de o makâmlarda gördüm. Dereceleri, yerleri, şevkleri ve zevkleri başka başka idi. Başka bir yükselişde büyüklerimizin ve Ehl-i beyt imâmlarının ve Hulefâ-i  Râşidînin  ve Resûlullah “sallallahü  aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve başka peygamberlerin makâmları ayrı ayrı göründü.  Meleklerin yükseklerinin makâmları. Arşın üstünde  göründü.  Arşın üstünde  o kadar yükseltdiler ki, yeryüzünden Arşa kadar veyâ bundan  biraz dahâ az, ya’nî Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrahül  akdes”  hazretlerinin makâmına olan uzaklık kadar ilerletdiler. Nakşibend hazretlerinin makâmının üstünde, büyüklerden birkaçının  makâmı vardı. Bu makâmın az üstünde Ma’rûf-i Kerhî ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Harrâzın makâmı vardı. Başka büyüklerin makâmları, bu makâmlardan biraz aşağıda ve bir çoğu bu makâmda idiler. Şeyh Alâüddevle ve Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ  aşağıda idi. Ehl-i beyt imâmları bu makâmın üstünde  idi. Bunların  üstünde,  dört halîfenin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” makâmları vardı. Peygamberlerin “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” makâmları, o Serverin “sallallahü aleyhi ve sellem” makâmının bir yanında idi. Meleklerin büyüklerinin “salevâtullahi ve selâmühü  alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecma’în” makâmları, bu makâmın öte yanında ve bu makâmdan ayrı idiler. O Serverin makâmı, bütün makâmların üstünde,  en başda idi. Herşeyin  doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Allahü teâlânın yardımı ile, her istediğim zemân yükseltiyorlar. İstemeden de yükseltdikleri oluyor.  Her  birinde  başka  başka  şeyler görülüyor. Hepsinin eserleri belli oluyor. Bunların çoğu unutuluyor. O hâllerin  birkaçını yazmak istiyorum,  fekat kalemi elime alınca hâtırlıyamıyorum. Çünki, hiçbirine kıymet vermiyorum. Hattâ bu hâllerden tevbe ve istigfâr edeceğim geliyor. Onun  için yazmağa sıra gelmiyor. Bu bozuk yazılarımı doldururken birkaç şey hâtırımda idi, fekat hiçbirini yazmak nasîb olmadı. Saygısızlığımı uzatmıyayım.

Molla Kâsım Alînin hâli çok iyidir. Kendini gayb etmiş, şü’ûrsuz, bitkin bir hâldedir. Cezbe makâmlarının hepsini aşdı. Kendi hâllerinin, sıfatlarının asldan geldiğini biliyordu.  Şimdi, o sıfatları kendinden uzak görüyor. Kendini  bomboş  buluyor,  hattâ  sıfatları durduran nûru da kendinden ayrılmış görüyor. Kendini o nûrun  öte tarafında buluyor. Sevdiklerimizin hepsinin hâlleri, her gün dahâ iyi olmakdadır. Bundan sonraki  mektûbda inşâallahü  teâlâ uzun uzun arz ederim,  efendim.