Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Ba’zı keşfleri ve kusûrlarını görmek makâmının hâsıl olduğu ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sözünün açıklanması bildirilmekdedir:
Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek katınıza sunar. Önceleri kendimi içinde gördüğüm makâmı, yüksek emrinize uyarak bir dahâ düşün düm. Üç halîfenin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim” bu makâmdan geçdikleri görüldü. Fekat orası makâmım olmadığı ve çok kalmadığım için, birinci çı kışımda onları görmemişdim. Bunlar gibi, Ehli beytin oniki imâmından İmâmı Hasen ve Hüseyn ve Zeynel’âbidînden başkaları da “radıyallahü teâlâ anhüm” bu makâmda yerleşmemişdi. Fekat buradan geçmişlerdi. Çok inceleyerek anlaşıldı.
Önce kendimi bu makâma uygun görmemişdim. Uygun olmamak iki dür lüdür. Birincisi, yollardan hiçbir yol bulunamamasıdır. Bunun için, uy gunsuzluk olur. Bir yol gösterilince, bu uygunsuzluk aradan kalkar. İkin cisi, tam uygunsuzlukdur ki, aradan hiç kalkmaz. O makâma kavuşduran yol iki dânedir, bir üçüncüsü yokdur. Ya’nî bir üçüncü yol görünmüyor. Bi rinci yol, kendini kusûrlu ve aşağı görmekdir ve iyi niyyetlerini de beğen memekdir. Kuvvetle çekildiği hâlde kendini kabâhatli bilmekdir. İkinci yol, çekile çekile sülûkünü temâmlayan ve tâlibleri de çekip ulaşdırabilen bir mürşidin sohbetine kavuşmakdır. Allahü teâlâ, yüksek kapınızda saçılan imkânlarınızın yardımı ile yaradılışdaki isti’dâd kadar birinci yoldan ihsân eyledi. Yapdığım iyiliklerden hiçbirini beğenmiyorum. O işin ayblarını, ku sûrlarını bulmadıkça, râhat edemiyorum. Sağ omuzumdaki meleklerin ya zacağı iyi bir iş yapdığımı bilmiyorum. Bu meleklerin elindeki sahîfelerin bomboş olduğunu, meleklerin birşey yazmadığını anlıyorum. Böyle bir kimseyi Allahü teâlâ beğenir mi?
Dünyâda bulunan her insan, hattâ frenk kâfirlerini ve sapıklarını, zın dıkları, her bakımdan kendimden dahâ iyi görüyorum. Bunların en kötü sü olarak kendimi görüyorum.
Her ne kadar cezbe ile (Seyri ilallah) temâm oldu ise de, birkaç parça sı kalmışdı. Bunlar da, (Seyri fillâh) makâmının ortasında hâsıl olan fenâ da temâm oldular. Bu fenâdaki hâlleri bundan önce uzun uzun yazarak yük sek kapınıza sunmuşdum. Hâcei Ahrâr hazretlerinin (Bu işin sonu fenâ ya kavuşmakdır) sözündeki fenâ, tecellîi zâtdan ve seyri fillâhdan sonra hâsıl olan fenâ olmalıdır. (Fenâi irâdet) de bu fenânın dallarından biridir. Fârisî beyt tercemesi:
Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ, Hak teâlâya yol bulamaz aslâ!
Bu makâma bağlılığı olmayanların da iki dürlü oldukları göründü: Birincileri bu makâmı istiyorlar ve ona kavuşduran yolu arıyorlar. İkin
cileri bu makâmı istemiyorlar ve hiç aramıyorlar. Yüksek teveccühlerinizin, o makâma kavuşduran iki yoldan ikincisi ile olduğu dahâ çok görülüyor ve bu yola dahâ uygun oluyor. Yüksek kapınızdan aldığım emre uya rak, bir kaç şeyi bildirmek saygısızlığında bulundum. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi:
Ben o Ahmedim ki, eskisi gibiyim, eskisi gibiyim!
İkinci olarak sunulur ki, o makâmı ikinci olarak incelediğimde, birbiri üstünde, bir çok başka makâmlar da göründü. Yalvararak, kırılarak uğraş dıkdan sonra, önceki makâmın üstündeki makâma kavuşuldu. Bu makâmın hazreti Osmânı Zinnûreynin makâmı olduğu, diğer halîfelerin de bura dan geçdikleri anlaşıldı. Bu makâm da, tâlibleri yetişdirmek ve irşâd etmek makâmıdır. Şimdi, bunun üstünde de iki makâm bildirilecek ki, bunlar da tekmîl ve irşâd makâmıdır. Bunlardan biri, önceki makâmın üstünde gö rüldü. Bu makâma çıkınca, hazreti ÖmerülFârûkun makâmı olduğu an laşıldı. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdir. Bu makâmın üstün de hazreti Ebû Bekri Sıddîkın makâmı göründü “radıyallahü anhüm ec ma’în”. Bu makâma da çıkıldı. Büyüklerimizden Hâce Nakşibend “kadde sallahü sirrehül akdes” hazretleri her makâmda yanımda geliyordu. Öte ki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdi. Aramızdaki ayrılık şu idi ki, biz bu makâmlardan geçiyorduk. Onlar ise bu makâmların sâhibleri idi. Biz, yolcu olarak geçip gidiyorduk, onlar bu yüksek makâmlarında kalıyorlar dı. Bu makâmın üstünde, yalnız bir makâm vardı. Başka hiç bir makâm gö rünmüyordu. Bu bir makâm, Peygamberlerin sonuncusu olan Muham med aleyhisselâmın “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” makâmı idi. Hazreti Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” makâmı karşısında, çok yüksek, nûrdan bir makâm vardı. Bunun gibi hiç bir makâm görülmemişdi, o makâmdan biraz dahâ yüksek idi. Kanapenin yerden da hâ yüksek olması gibi idi. Bu makâmın, mahbûbiyyet makâmı olduğu an laşıldı. Bu makâm çok süslü ve işlemeli idi. Onun süsleri, nakşları bana aks etdi. Kendimi de öyle süslü gördüm. Bundan sonra, kendimi de latîf, mad desiz buldum. Hava gibi, yâhud bulut gibi, her tarafa yayılmış olduğumu gör düm. Birkaç yeri, dahâ çok kapladım. Hâce Nakşibend hazretlerini, haz reti Sıddîkın “radıyallahü anhümâ” makâmında ve kendimi onun karşısın daki makâmda buldum. Bildirdiğim hâlde idim.
Bu çok tatlı işleri bırakmak istemiyorum. Fekat herkes, sapıklık, taşkın lık denizinde girdâba yakalanarak boğulmakdadır. İnsanları bu girdâbdan kurtaracak kadar güçlü olduğunu anlayan bir kimse, bunların hâline nasıl seyirci kalabilir. Kendinin başka işi var ise de, bunları kurtarmağa uğraş ması lâzımdır ve dahâ iyidir. Fekat bu işi başarırken, hâsıl olan kuruntular ve bozuk düşünceler için istigfâr etmek şartdır. Bu iş, ancak bu şartla fâ ideli olur, beğenilir. Bu şart yerine getirilmezse, hiç beğenilmez, aşağıya atı lır. Fekat Hâce Nakşibend hazretleri ve Hâce Alâüddîni Attâr hazretle ri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” bu şartı düşünmeyerek beğenilmişler dir. Bu aşağı kölenizin bu şartı düşünmeksizin çalışması ise, ba’zan beğe nilmekdedir, ba’zan da atılmakdadır.
(Nefahât) kitâbında Şeyh Ebû Sa’îdi EbülHayrın sözleri arasında di yor ki, (Ayn, ya’nî kendisi kalmadı, eseri ya’nî izi nasıl kalır. Müddessir sû resinin yirmisekizinci âyetinde buyurulduğu gibi, geride birşey kalmaz). Bu söz, ilk bakışda güç göründü. Çünki, Şeyh Muhyiddîni Arabî hazretleri ve ona uyanlar diyorlar ki, birşeyin aynı ya’nî kendisi yok olamaz. Çünki, Al lahü teâlâ o şeyin varlığını bilmekdedir. Yok olursa, Allahü teâlânın bilgi si bilgisizlik olur. Ayn yok olmayınca eseri nereye gidecek. Bu sözleri zih nimde yerleşmişdi. Ebû Sa’îd hazretlerinin sözü çözülemedi. Çok uğraşdım, Allahü teâlâ, bu sözün iç yüzünü açığa çıkardı. Ayn da kalmaz, eser de kal maz olduğu anlaşıldı. Kendimi de böyle olmuş buldum. Hiç güçlük kalma dı. Bu ma’rifetin makâmı da göründü, çok yüksek idi. Şeyh Muhyiddînin ve ona uyanların söyledikleri makâmın üstünde idi. Bu iki ma’rifet birbi rini bozmuyordu. Çünki, biri bir makâmda, öteki ise başka makâmda an laşılmışdı. Dahâ çok açıklamak, sözü uzatacak ve usandıracakdır.
Şeyh Ebû Sa’îd hazretleri bu tecellînin devâmlı olduğunu bildirmişdi. Bu tecellînin ne demek olduğu ve devâmlı olmasının nasıl olduğu da gösteril di. Kendimde de bu hadîsi ya’nî tecellîyi aralıksız buldum. Bu hadîsin dâ imî olması çok az kimselere nasîb olur. [İmâmı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretlerinin (Hadîs) kelimesi ile anlatdıkları şey, tecellîi zâtî olduğu başka mektûblardan anlaşılmakdadır. Allahü teâlânın zâtı, başkalarına çok aralıkla tecellî etdiği hâlde, kendisine aralıksız tecellî etmekdedir.]
Kitâb okumak hiç tatlı gelmiyor. Yalnız büyüklerin yüksek makâmlar daki hâllerinin bir yere yazılmasını, sonra bunları okumağı istiyorum. Es ki büyüklerin hâllerini okumak, her şeyden dahâ tatlı geliyor. Ma’rifetle rin inceliklerini ve hele tevhîdi vücûdî ve mertebelerin tenezzüllerini bil diren yazıları okuyamıyorum. Bu hâlimi, Şeyh Alâüddevlei Semnânî haz retlerine çok uygun buluyorum. Bu bilgilerdeki zevkim ve hâlim onunla bir leşmekdedir. Fekat eski bilgilerim, bu ma’rifetleri inkâr etmeme ve sert kar şılamama mâni’ oluyor.
Ba’zı hastalıkların giderilmesi için birkaç kerre teveccüh olundu ve te’sîri görüldü. Bunun gibi, birkaç ölünün mezârdaki hâlleri göründü. Bunların da azâblardan, sıkıntılardan kurtulmaları için teveccüh olundu. Fekat şimdi hiçbirşeye teveccüh etmeye gücüm kalmamışdır. Hiçbirşey için kendimi toparlayamıyorum. Birkaç kimse bu fakîre sert davrandılar ve acı söylediler. Bu fakîre bağlı olanlardan çoklarını, boş yere incitdiler ve yer lerinden uzaklaşdırdılar. Bundan dolayı gönlüme hiç bir toz konmadı, bir sıkıntı gelmedi, nerede kaldı onların kötülüğü zihnimizden geçmiş ola.
Sevdiklerimizden birkaçı cezbe makâmında şühûd ve ma’rifet elde et mişlerdi. Ve şimdiye kadar sülûk konaklarına ayak basmamışlardır. Bun ların hâllerinden az bir şey sunuyorum. Cezbeyi bitirdikden sonra, Allahü teâlânın bunları sülûk ni’metine kavuşdurmakla şereflendirmesini umuyo rum. Şeyh Nûr, bulunduğu makâmda bağlı kalmakdadır. Cezbe makâmın daki dahâ yukarı bir noktaya çıkamıyor. Üzücü hareketleri ve hâlleri olu yor. Kabâhatini anlamıyor. Bunun için onun işi ilerlemiyor. Bunun gibi, sev diklerimizin çoğu, edebleri iyi gözetmedikleri için, oldukları makâmlarda kalıyorlar. Şuna şaşılır ki, bu fakîr hiç birinin yolda kalmasını dilemiyorum; hattâ hepsinin ilerlemesini istiyorum. Fekat, elde olmıyarak işleri öylece du ruyor. Hâlbuki bu yol çabuk kavuşdurucudur. Mevlânâ Ma’hûd son nok taya indi. Cezbeyi sonuna ulaşdırdı. O makâmın aracılığına kavuşdu ve kafasını bir bakımdan nihâyete ulaşdırdı. Önce sıfatları, hattâ sıfatları durdu ran nûru kendinden ayrı görmüşdü. Kendisini boş bir kalıp olarak bulmuş du. Sonra sıfatları zâtdan ayrılmış gördü. Bu görüşle, cezbe makâmından ehadiyyete kavuşdu, şimdi herşeyi ve kendini yok sanmakdadır. İhâta ve ma’iyyet görmemekdedir. Gizlilerin gizlisine öyle bağlanmışdır ki, şaşkın ve câhil bir hâldedir. Seyyid Şâh Hüseyn de cezbe makâmının sonuna yak laşdı ve başı son noktaya ulaşdı. Bu da, Allahü teâlânın sıfatlarını zâtından ayrı görmekdedir. Fekat bir olan bu zâtı her yerde bulmakdadır. Bundan zevk almakdadır. Meyân Ca’fer de son noktaya yaklaşdı. Çok sevinçlidir. Hareketli ve seslidir. Şâh Hüseyne yaklaşmışdır. Diğer sevdiklerimizin hâlleri de başka başkadır. Meyân Şeyh ve Şeyh Îsâ ve Şeyh Kemâl, cezbe makâmında yukarıki noktaya çıkmışlardır. Şeyh Kemâl, inmeye de başla mışdır. Şeyh Nâkürî yukarıdaki noktanın altına gelmişdir. Fekat dahâ gi decek çok yolu vardır. Buradaki sevdiklerimizden, şimdiye kadar sekiz veyâ dokuz, hattâ on kişi, yukarıdaki noktanın altına ulaşmışdır. Birkaçı nok taya gelmiş ve inmeye başlamışlardır. Kimisi noktaya yakın, kimisi uzak dır. Meyân Şeyh Müzemmil kendini yok buluyor. Sıfatları asldan görüyor. Mutlak olan varlığı her yerde buluyor. Hattâ hiçbirini görmüyor. Mevlânâ Ma’hûda, tâlibleri yetişdirmek için izn vermenin iyi olacağı görünüyor. Fekat, cezbeye uygun icâzet olacakdır. Her ne kadar, onun da istifâde edeceği birkaç şey kalmış ise de, gitmek için acele etdi, durmadı. Yüksek kapınıza kavuşmak için yola çıkdı. Ona yarıyacak bir vazîfeyi kendisine bu yurursunuz. Bu aşağı köleniz bildiğini yazdı. Emr sizindir. Hâce Ziyâeddîn Muhammed bir kaç gün burada kaldı. Biraz huzûr ve cem’ıyyet edindi. Fe kat, sonunda, geçim sıkıntısından kendini toparlıyamadı, askere gitdi. Mevlânâ Şîr Muhammedin oğlu da yüksek kapınıza doğru yola çıkdı. Biraz huzûr ve cem’ıyyet edinmişdir. Ba’zı engeller dolayısı ile o kadar ilerliye medi. Dahâ çok yazmak saygısızlık olacakdır. Fârisî mısra’ tercemesi:
Köle, kendi haddini bilmelidir!
Mektûbu yazdıkdan sonra bir hâl kapladı, yazmakla anlatılacak gibi de ğildir. Bu hâlde iken (Fenâi irâde) hâsıl oldu. Dahâ önce de, bir şeye is tek kalmamışdı. Fekat, istek büsbütün yok olmamışdı. O hâlimi yüksek ka pınıza sunmuşdum. Şimdi, irâde de kökünden kazındı. Şimdi ne istenilen birşey var, ne de istek var. Bu fenânın şekli de gösterildi. Bu makâma uy gun olan birçok bilgiler de verildi. Bu bilgiler çok ince ve karışık oldukla rından yazılması güç oluyor. Bunun için, bunlar üzerinde kalem yürüteme dim. Bu fenânın hâsıl olduğu ve ilmlerin verildiği zemân vahdetden ileri de yepyeni şeyler göründü. Vahdetin ötesinde birşey görülemiyeceği, hat tâ hiçbir bağlılık bulunmadığı belli ise de, bulunanı yazmağı emr buyurmuş dunuz. Birşeyi iyi anlamadıkça yazmağa cesâret edemiyorum. Bu makâmın şekli, vahdetin ötesinde öyle göründü ki, Egre şehri Delhi şehrinin ötesin de bulunduğu gibi. Bu görüşün doğruluğunda hiç şübhe kalmadı. Her ne kadar, gözümde ne vahdet var, ne vahdetden ötesi var ve ne de hakîkat ola rak veyâ hakkı onun ötesinde bileceğim bir makâm var. Hayret ve cehâlet tamdır. Bu görüşlerle, hiçbir değişikliğe uğramamışdır. Ne yazacağımı bi lemiyorum. Hep birbirine uymayan şeyler, hiçbiri anlatılamıyor. Fekat, hep sinin varlığında şübhem yokdur. Estagfirullah ve etûbü ilellah min cemî’imâ kerihallah, kavlen ve fi’len ve hâtıran ve nâzıran. [Ya’nî, Allahü teâlâ dan magfiret dilerim ve Allahü teâlânın beğenmediği sözden, işden, düşün ceden ve görüşden Allahü teâlâya tevbe ederim.]
Şimdi anlaşıldı ki, bundan önce sıfatların fenâsı ya’nî, sıfatları unut mak, sıfatların birbirlerinden ayrılmamalarına sebeb olan şeyler de fenâ idi. Bu şeyler, vahdetde bulunmakda idiler. Bunlar yok olmuşlardı. Şimdi, sı fatların kendileri de, vahdetde bulunarak olsa bile, yok oldu. Ehadiyyet kah ramânı, varlıkda hiçbir şey bırakmadı. İlmi ilâhîde, sıfatların topluca veyâ birer birer olan ayrılıkları da kalmadı. Yalnız hâric göründü. (Allahü teâlâ var idi. Ondan başka hiçbir şey yok idi.) Şimdi de böyledir. Bundan önce, bu hadîsi şerîfi yalnız biliyordum. Fekat, bu hâlde değildim. Bu hâlimin doğ ruluğunda veyâ yanlışlığında bu fakîri uyandıracağınızı ümmîd ederim.
Mevlânâ Kâsım Alînin tekmîl makâmına erişdiği görülüyor. Oradaki sev diklerimizden birkaçının da, bu makâma ulaşdıkları anlaşılıyor. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.