Untitled Document ONBİRİNCİ MEKTÛB

 

Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Ba’zı keşfleri ve kusûrlarını görmek makâmının hâsıl olduğu ve Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sözünün açıklanması bildirilmekdedir:

Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek katınıza  sunar.  Önceleri kendimi içinde gördüğüm makâmı,  yüksek emrinize uyarak bir dahâ düşün düm. Üç halîfenin  “rıdvânullahi teâlâ aleyhim”  bu makâmdan geçdikleri görüldü.  Fekat orası makâmım olmadığı ve çok kalmadığım  için, birinci çı kışımda  onları  görmemişdim. Bunlar  gibi, Ehli beytin  oniki imâmından İmâmı Hasen  ve Hüseyn  ve Zeynel’âbidînden başkaları da “radıyallahü teâlâ  anhüm” bu  makâmda yerleşmemişdi. Fekat  buradan geçmişlerdi. Çok inceleyerek anlaşıldı.

Önce kendimi bu makâma uygun görmemişdim. Uygun olmamak  iki dür lüdür. Birincisi, yollardan hiçbir yol bulunamamasıdır. Bunun  için, uy gunsuzluk  olur. Bir yol gösterilince,  bu uygunsuzluk aradan kalkar.  İkin cisi, tam uygunsuzlukdur ki, aradan hiç kalkmaz.  O makâma kavuşduran yol iki dânedir, bir üçüncüsü yokdur.  Ya’nî bir üçüncü yol görünmüyor. Bi rinci yol, kendini  kusûrlu  ve aşağı görmekdir ve iyi niyyetlerini de beğen memekdir. Kuvvetle çekildiği hâlde kendini kabâhatli bilmekdir. İkinci yol, çekile çekile sülûkünü temâmlayan ve tâlibleri  de çekip ulaşdırabilen bir mürşidin  sohbetine kavuşmakdır. Allahü  teâlâ,  yüksek kapınızda saçılan imkânlarınızın yardımı ile yaradılışdaki isti’dâd kadar birinci yoldan ihsân eyledi. Yapdığım iyiliklerden hiçbirini beğenmiyorum. O işin ayblarını, ku sûrlarını  bulmadıkça, râhat edemiyorum. Sağ omuzumdaki meleklerin ya zacağı iyi bir iş yapdığımı bilmiyorum.  Bu meleklerin elindeki  sahîfelerin bomboş olduğunu, meleklerin birşey yazmadığını anlıyorum. Böyle bir kimseyi Allahü  teâlâ beğenir  mi? 
Dünyâda bulunan her insan, hattâ  frenk kâfirlerini ve sapıklarını, zın dıkları, her bakımdan kendimden dahâ iyi görüyorum. Bunların en kötü sü olarak  kendimi  görüyorum.

Her ne kadar  cezbe ile (Seyri ilallah) temâm  oldu ise de, birkaç parça sı kalmışdı. Bunlar  da, (Seyri fillâh) makâmının ortasında hâsıl olan fenâ da temâm oldular.  Bu fenâdaki hâlleri bundan önce uzun uzun yazarak  yük sek kapınıza  sunmuşdum. Hâcei Ahrâr hazretlerinin (Bu işin sonu fenâ ya kavuşmakdır) sözündeki fenâ, tecellîi zâtdan  ve seyri fillâhdan sonra hâsıl olan fenâ olmalıdır.  (Fenâi irâdet) de bu fenânın  dallarından biridir. Fârisî beyt tercemesi: 

Bir kimsede  hâsıl olmazsa fenâ, Hak teâlâya  yol bulamaz  aslâ!

Bu makâma bağlılığı olmayanların da iki dürlü oldukları göründü: Birincileri bu makâmı istiyorlar ve ona kavuşduran yolu arıyorlar. İkin 
cileri bu makâmı  istemiyorlar ve hiç aramıyorlar. Yüksek  teveccühlerinizin, o makâma kavuşduran iki yoldan ikincisi ile olduğu dahâ çok görülüyor ve bu yola dahâ uygun oluyor. Yüksek  kapınızdan aldığım emre uya rak, bir kaç şeyi bildirmek saygısızlığında bulundum. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi: 

Ben o Ahmedim ki, eskisi gibiyim, eskisi gibiyim!

İkinci olarak  sunulur  ki, o makâmı  ikinci olarak  incelediğimde, birbiri üstünde, bir çok başka makâmlar da göründü. Yalvararak, kırılarak uğraş dıkdan sonra, önceki makâmın  üstündeki makâma kavuşuldu. Bu makâmın hazreti  Osmânı  Zinnûreynin makâmı  olduğu, diğer halîfelerin de bura dan geçdikleri  anlaşıldı. Bu makâm da, tâlibleri yetişdirmek ve irşâd etmek makâmıdır. Şimdi, bunun  üstünde de iki makâm  bildirilecek ki, bunlar da tekmîl ve irşâd makâmıdır. Bunlardan biri, önceki makâmın  üstünde gö rüldü. Bu makâma çıkınca, hazreti  ÖmerülFârûkun makâmı olduğu an laşıldı. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdir. Bu makâmın  üstün de hazreti  Ebû Bekri Sıddîkın makâmı göründü “radıyallahü anhüm  ec ma’în”. Bu makâma da çıkıldı. Büyüklerimizden Hâce Nakşibend “kadde sallahü sirrehül  akdes”  hazretleri her makâmda yanımda  geliyordu.  Öte ki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdi. Aramızdaki ayrılık şu idi ki, biz bu makâmlardan geçiyorduk. Onlar  ise bu makâmların sâhibleri  idi. Biz, yolcu olarak  geçip gidiyorduk, onlar bu yüksek makâmlarında kalıyorlar dı. Bu makâmın  üstünde, yalnız bir makâm vardı. Başka hiç bir makâm gö rünmüyordu. Bu  bir  makâm,  Peygamberlerin sonuncusu  olan  Muham med  aleyhisselâmın “aleyhi  minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” makâmı idi. Hazreti Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” makâmı karşısında, çok yüksek, nûrdan bir makâm vardı. Bunun gibi hiç bir makâm görülmemişdi, o makâmdan biraz dahâ yüksek idi. Kanapenin yerden  da hâ yüksek olması gibi idi. Bu makâmın, mahbûbiyyet makâmı  olduğu an laşıldı. Bu makâm çok süslü ve işlemeli idi. Onun süsleri, nakşları bana aks etdi. Kendimi de öyle süslü gördüm.  Bundan sonra, kendimi de latîf, mad desiz buldum. Hava gibi, yâhud bulut gibi, her tarafa yayılmış olduğumu gör düm. Birkaç yeri, dahâ çok kapladım. Hâce Nakşibend hazretlerini, haz reti Sıddîkın “radıyallahü anhümâ” makâmında ve kendimi onun karşısın daki makâmda buldum.  Bildirdiğim hâlde idim.

Bu çok tatlı işleri bırakmak istemiyorum. Fekat herkes, sapıklık, taşkın lık denizinde girdâba  yakalanarak boğulmakdadır. İnsanları bu girdâbdan kurtaracak kadar  güçlü olduğunu anlayan  bir kimse, bunların hâline nasıl seyirci kalabilir.  Kendinin başka işi var ise de, bunları  kurtarmağa uğraş ması lâzımdır ve dahâ iyidir. Fekat  bu işi başarırken, hâsıl olan kuruntular ve bozuk  düşünceler için istigfâr etmek  şartdır.  Bu iş, ancak bu şartla  fâ ideli olur, beğenilir. Bu şart yerine getirilmezse, hiç beğenilmez,  aşağıya atı lır. Fekat  Hâce Nakşibend hazretleri ve Hâce Alâüddîni Attâr hazretle ri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” bu şartı düşünmeyerek beğenilmişler dir. Bu aşağı kölenizin  bu şartı düşünmeksizin çalışması ise, ba’zan beğe nilmekdedir, ba’zan da atılmakdadır.

(Nefahâtkitâbında Şeyh Ebû Sa’îdi EbülHayrın sözleri arasında di yor ki, (Ayn, ya’nî kendisi kalmadı,  eseri ya’nî izi nasıl kalır. Müddessir  sû resinin yirmisekizinci âyetinde buyurulduğu gibi, geride birşey kalmaz).  Bu söz, ilk bakışda  güç göründü. Çünki, Şeyh Muhyiddîni Arabî  hazretleri ve ona uyanlar  diyorlar ki, birşeyin aynı ya’nî kendisi yok olamaz. Çünki, Al lahü teâlâ o şeyin varlığını bilmekdedir. Yok olursa, Allahü  teâlânın bilgi si bilgisizlik olur. Ayn yok olmayınca eseri nereye  gidecek. Bu sözleri zih nimde yerleşmişdi. Ebû Sa’îd hazretlerinin sözü çözülemedi.  Çok uğraşdım, Allahü  teâlâ, bu sözün iç yüzünü açığa çıkardı. Ayn da kalmaz, eser de kal maz olduğu anlaşıldı. Kendimi de böyle olmuş buldum.  Hiç güçlük kalma dı. Bu ma’rifetin  makâmı  da göründü, çok yüksek idi. Şeyh Muhyiddînin ve ona uyanların söyledikleri makâmın  üstünde idi. Bu iki ma’rifet birbi rini bozmuyordu. Çünki, biri bir makâmda, öteki ise başka makâmda an laşılmışdı. Dahâ  çok açıklamak, sözü uzatacak ve usandıracakdır.

Şeyh Ebû Sa’îd hazretleri bu tecellînin devâmlı olduğunu bildirmişdi.  Bu tecellînin ne demek  olduğu ve devâmlı olmasının  nasıl olduğu da gösteril di. Kendimde de bu hadîsi ya’nî tecellîyi aralıksız buldum.  Bu hadîsin dâ imî olması çok az kimselere nasîb olur. [İmâmı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretlerinin (Hadîs) kelimesi ile anlatdıkları şey, tecellîi zâtî olduğu başka  mektûblardan  anlaşılmakdadır. Allahü  teâlânın zâtı, başkalarına çok aralıkla  tecellî etdiği hâlde, kendisine aralıksız tecellî etmekdedir.]

Kitâb okumak hiç tatlı gelmiyor. Yalnız büyüklerin yüksek makâmlar daki hâllerinin bir yere yazılmasını, sonra bunları okumağı istiyorum. Es ki büyüklerin hâllerini  okumak, her şeyden dahâ tatlı geliyor. Ma’rifetle rin inceliklerini  ve hele tevhîdi vücûdî ve mertebelerin tenezzüllerini bil diren yazıları okuyamıyorum. Bu hâlimi, Şeyh Alâüddevlei Semnânî haz retlerine çok uygun buluyorum. Bu bilgilerdeki zevkim ve hâlim onunla bir leşmekdedir. Fekat eski bilgilerim, bu ma’rifetleri inkâr etmeme ve sert kar şılamama  mâni’ oluyor.

Ba’zı hastalıkların giderilmesi  için birkaç  kerre  teveccüh  olundu  ve te’sîri görüldü.  Bunun  gibi, birkaç ölünün  mezârdaki hâlleri göründü. Bunların da azâblardan, sıkıntılardan kurtulmaları için teveccüh  olundu. Fekat şimdi hiçbirşeye teveccüh etmeye gücüm kalmamışdır. Hiçbirşey için kendimi toparlayamıyorum. Birkaç kimse bu fakîre sert davrandılar ve acı söylediler. Bu fakîre bağlı olanlardan çoklarını,  boş yere incitdiler ve yer lerinden uzaklaşdırdılar. Bundan dolayı gönlüme hiç bir toz konmadı,  bir sıkıntı gelmedi, nerede kaldı onların  kötülüğü zihnimizden  geçmiş ola.

Sevdiklerimizden birkaçı cezbe makâmında şühûd ve ma’rifet elde et mişlerdi. Ve şimdiye kadar  sülûk konaklarına ayak basmamışlardır. Bun ların hâllerinden az bir şey sunuyorum. Cezbeyi bitirdikden sonra, Allahü teâlânın bunları sülûk ni’metine kavuşdurmakla şereflendirmesini umuyo rum. Şeyh Nûr, bulunduğu makâmda bağlı kalmakdadır. Cezbe makâmın daki dahâ yukarı bir noktaya çıkamıyor. Üzücü hareketleri ve hâlleri olu yor. Kabâhatini anlamıyor. Bunun için onun işi ilerlemiyor.  Bunun gibi, sev diklerimizin  çoğu, edebleri  iyi gözetmedikleri için, oldukları  makâmlarda kalıyorlar.  Şuna şaşılır ki, bu fakîr hiç birinin yolda kalmasını dilemiyorum; hattâ hepsinin ilerlemesini  istiyorum. Fekat, elde olmıyarak  işleri öylece du ruyor. Hâlbuki  bu yol çabuk kavuşdurucudur. Mevlânâ  Ma’hûd son nok taya indi. Cezbeyi sonuna ulaşdırdı. O makâmın  aracılığına kavuşdu ve kafasını bir bakımdan nihâyete ulaşdırdı. Önce sıfatları, hattâ sıfatları durdu ran nûru kendinden ayrı görmüşdü.  Kendisini boş bir kalıp olarak bulmuş du. Sonra sıfatları zâtdan ayrılmış gördü. Bu görüşle, cezbe makâmından ehadiyyete kavuşdu,  şimdi herşeyi ve kendini  yok sanmakdadır. İhâta  ve ma’iyyet görmemekdedir. Gizlilerin gizlisine öyle bağlanmışdır ki, şaşkın ve câhil bir hâldedir.  Seyyid Şâh Hüseyn de cezbe makâmının sonuna yak laşdı ve başı son noktaya ulaşdı. Bu da, Allahü teâlânın sıfatlarını zâtından ayrı görmekdedir. Fekat  bir olan bu zâtı her yerde bulmakdadır. Bundan zevk almakdadır. Meyân Ca’fer de son noktaya yaklaşdı. Çok sevinçlidir. Hareketli ve seslidir.  Şâh Hüseyne yaklaşmışdır.  Diğer  sevdiklerimizin hâlleri de başka başkadır.  Meyân Şeyh ve Şeyh Îsâ ve Şeyh Kemâl, cezbe makâmında yukarıki noktaya çıkmışlardır. Şeyh Kemâl, inmeye de başla mışdır. Şeyh Nâkürî  yukarıdaki noktanın altına gelmişdir. Fekat  dahâ gi decek  çok yolu vardır.  Buradaki sevdiklerimizden, şimdiye  kadar  sekiz veyâ dokuz, hattâ on kişi, yukarıdaki noktanın altına ulaşmışdır. Birkaçı nok taya gelmiş ve inmeye başlamışlardır. Kimisi noktaya yakın, kimisi uzak dır. Meyân Şeyh Müzemmil kendini yok buluyor. Sıfatları asldan görüyor. Mutlak olan varlığı her yerde buluyor. Hattâ hiçbirini görmüyor.  Mevlânâ Ma’hûda, tâlibleri  yetişdirmek için izn vermenin iyi olacağı görünüyor. Fekat,  cezbeye  uygun  icâzet  olacakdır.  Her  ne kadar,  onun  da istifâde edeceği birkaç şey kalmış ise de, gitmek için acele etdi, durmadı.  Yüksek kapınıza kavuşmak  için yola çıkdı. Ona yarıyacak bir vazîfeyi kendisine bu yurursunuz. Bu aşağı köleniz bildiğini yazdı. Emr sizindir. Hâce Ziyâeddîn Muhammed bir kaç gün burada  kaldı. Biraz huzûr ve cem’ıyyet edindi. Fe kat, sonunda,  geçim sıkıntısından kendini toparlıyamadı, askere gitdi. Mevlânâ Şîr Muhammedin oğlu da yüksek kapınıza doğru yola çıkdı. Biraz huzûr ve cem’ıyyet edinmişdir.  Ba’zı engeller  dolayısı ile o kadar  ilerliye medi. Dahâ  çok yazmak saygısızlık olacakdır.  Fârisî mısra’ tercemesi: 

Köle, kendi haddini  bilmelidir!

Mektûbu yazdıkdan sonra bir hâl kapladı, yazmakla anlatılacak gibi de ğildir. Bu hâlde  iken (Fenâi irâde) hâsıl oldu. Dahâ  önce de, bir şeye is tek kalmamışdı.  Fekat, istek büsbütün yok olmamışdı. O hâlimi yüksek ka pınıza sunmuşdum. Şimdi, irâde de kökünden kazındı. Şimdi ne istenilen birşey var, ne de istek var. Bu fenânın  şekli de gösterildi. Bu makâma uy gun olan birçok bilgiler de verildi. Bu bilgiler çok ince ve karışık oldukla rından yazılması güç oluyor. Bunun için, bunlar üzerinde kalem yürüteme dim. Bu fenânın  hâsıl olduğu ve ilmlerin verildiği zemân vahdetden ileri de yepyeni şeyler göründü. Vahdetin ötesinde birşey görülemiyeceği, hat tâ hiçbir bağlılık bulunmadığı belli ise de, bulunanı yazmağı emr buyurmuş dunuz. Birşeyi iyi anlamadıkça yazmağa cesâret  edemiyorum. Bu makâmın şekli, vahdetin ötesinde öyle göründü ki, Egre şehri Delhi şehrinin ötesin de bulunduğu gibi. Bu görüşün  doğruluğunda hiç şübhe kalmadı.  Her ne kadar, gözümde ne vahdet var, ne vahdetden ötesi var ve ne de hakîkat ola rak veyâ hakkı onun ötesinde bileceğim bir makâm  var. Hayret ve cehâlet tamdır. Bu görüşlerle,  hiçbir değişikliğe uğramamışdır. Ne yazacağımı bi lemiyorum. Hep birbirine uymayan şeyler, hiçbiri anlatılamıyor. Fekat, hep sinin varlığında  şübhem  yokdur.  Estagfirullah ve etûbü  ilellah min cemî’imâ kerihallah, kavlen ve fi’len ve hâtıran ve nâzıran. [Ya’nî, Allahü  teâlâ dan magfiret dilerim ve Allahü teâlânın beğenmediği sözden, işden, düşün ceden ve görüşden Allahü  teâlâya  tevbe ederim.]

Şimdi anlaşıldı  ki, bundan  önce  sıfatların  fenâsı  ya’nî, sıfatları  unut mak, sıfatların birbirlerinden ayrılmamalarına sebeb olan şeyler de fenâ idi. Bu şeyler, vahdetde bulunmakda idiler. Bunlar  yok olmuşlardı.  Şimdi, sı fatların kendileri  de, vahdetde bulunarak olsa bile, yok oldu. Ehadiyyet kah ramânı, varlıkda hiçbir şey bırakmadı. İlmi ilâhîde, sıfatların topluca veyâ birer birer olan ayrılıkları da kalmadı. Yalnız hâric göründü.  (Allahü teâlâ var idi. Ondan başka hiçbir şey yok idi.) Şimdi de böyledir. Bundan  önce, bu hadîsi şerîfi yalnız biliyordum. Fekat, bu hâlde değildim. Bu hâlimin doğ ruluğunda veyâ yanlışlığında bu fakîri uyandıracağınızı ümmîd ederim.

Mevlânâ Kâsım Alînin tekmîl makâmına erişdiği görülüyor. Oradaki sev diklerimizden birkaçının da, bu makâma ulaşdıkları  anlaşılıyor.  Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.