Bu mektûb, mîr Mensûr için yazılmışdır. Kâinâtın hakîkatini bildirmekde ve kendi keşfi ile Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin keşfi arasındaki farkı açıklamakdadır:
Gördüğümüz ve geniş, düz, uzun ve yassı olarak anladığımız bu Kâinât, ya'nî bütün varlıklar, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre ve Onun izinde bulunanlara göre, hâricde mevcûd olan, var olan tek bir varlıkdır. Bu tek varlık Allahü teâlânın kendisidir. Kâinât, bu tek varlığın zuhûrudur, görünüşüdür derler. Bu kâinâta (Zâhir-i vücûd) dediler. Allahü teâlânın ilminde bulunan çeşidli sûretler, bu tek varlığa aks etmiş, burada çeşidli şekllerde görünmüşlerdir derler. İlmdeki bu şekllere (Bâtın-ı vücûd) ve (A'yân-ı sâbite) demişlerdir. Tek ve basît olan o varlık, geniş, uzun, yassı gibi şekllerde hayâl olunmakdadır. Câhil olsun, âlim olsun, herkesin gördüğü çeşidli şekller, Allahü teâlâdır. Câhiller bu görünenleri âlem sanır. Hâlbuki âlem, ilm-i ilâhîden dışarı hiç çıkmamışdır. Hâricde var değildirler. Çeşidli şekllerde, sûretlerde ilmde bulunan âlem, ayna gibi olan vücûd-i ilâhîye aks etmiş, hâricde görünmüşdür. Câhiller, bu görünenleri, âlemin kendisi sanmışlardır derler. Molla Abdürrahmân Câmî "aleyhirrahme", böylece buyuruyor ki:
Mahlûkları, eskidenberi,
çeşid çeşid ayırmakdayız.
Pek iyi anladık ki, hepsi,
birdir, O da Zât-i ilâhî!
Bu fakîrin [ya'nî imâm-ı Rabbânînin] keşfi ve i'tikâdı şöyledir ki, bu görünenler varlık değil, vehmdir. Allahü teâlâ, bu çeşidli mahlûklarını(Mertebe-i vehm)de yaratmışdır. Hepsini çeşidli şekllerde, bu mertebede durdurmakdadır. Görülen, duyulan, bilinen herşey, mahlûkdur. Tesavvuf yolcularından birçoğu, bunları vâcib, [ya'nî Allahü teâlânın kendisi] sanmış, hakîkî varlık olarak görmüşler ise de, hepsi âlemdir. Hepsi mahlûkdur. Allahü teâlâ, ötelerin ötesidir. Onu hiç göremeyiz, bilemeyiz. Keşf ile, şühûd ile bilinemez. Fârisî beyt tercemesi:
Mahlûk, Onu nasıl görebilir?
Hangi aynada görülebilir?
Hâricde mevcûd olan, yalnız Allahü teâlâdır. Mahlûkların hepsi, vehm mertebesinde olup, Onun kudretinin görünüşleridir. Vehm mertebesi, hakîkî varlık mertebesinin zıllidir, görüntüsüdür. Vehm mertebesine, hâric mertebesinin zılli olduğu için, (Hâric) demek mümkindir. Bunun gibi, vücûdün zılli olduğu için, mevcûd denilebilir. Vehm mertebesindeki varlıklar [ya'nî mahlûklar], hâricdeki varlık gibi [ya'nî Allahü teâlâ gibi],(Nefs-ül emrî)dirler. [Ya'nî bir hayâl, bir düşünce olmayıp, kendileri vardır.] Sıfatları, işleri vardır. Sonsuz var olacaklardır. (Muhbir-i sâdık),ya'nî hep doğru söyleyici Peygamber "aleyhissalâtü vesselâm" böyle olacağını haber vermişdir.
Yukarıda bildirilen iki keşfden hangisinin, Allahü teâlâyı iyi tenzîh etdiğini, (ülûhiyyet sıfatları)na dahâ yakışır olduğunu iyi düşünmelidir. Hangisinin, tesavvuf yolunun başlangıcı ve ortası ile, hangisinin de yolun sonu ile ilgili olduğunu iyi anlamalıdır. Bu fakîr de, senelerce onlar gibi inanıyordum. Bu i'tikâda uygun, şaşılacak hâller ve garîb müşâhedeler hâsıl oluyordu. O makâmda çok lezzetler duyuyordum. Sonra, Allahü teâlâ lutf ederek, anlaşıldı ki, görülen, bilinen şeylerin hiçbiri, O değildi. Hepsini yok etmek lâzımdır. Cenâb-ı Hakkın ihsânı ile kendileri yok oldular. Hak sanılan bâtıl yok oldu. Gaybın sevgisi hâsıl oldu. Mevhûm, mevcûddan ayrıldı. Kadîm, hâdisden temizlendi.