Bu mektûb, şeyh Dervîşe gönderilmişdir. Sünnet-i seniyyeye yapışmağa teşvîk etmekde ve tarîkati, hakîkati ve Sıddîklığı bildirmekdedir:
Hak teâlâ, zâhirimizi ve bâtınımızı [dışımızı, içimizi] sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye “alâ sâhib-i hessalâtü vesselâmü vettehıyye” uymakla zînetlendirsin! Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mahbûb-i Rabbil’âlemîndir. Ya’nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Herşeyin en iyisi, en güzeli, sevgiliye verilir. Bunun içindir ki, Nun sûresi dördüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, en büyük, en yüksek olarak yaratıldın) buyuruldu. Yasîn sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, Peygamberlerimden birisin ve doğru yoldasın) buyuruldu. En’âm sûresi, yüzelliüçüncü âyetinde meâlen, (Onlara söyle: Benim gitdiğim yol, doğru yoldur. Bu yolda yürüyünüz, başka dinlere, nefslerinize uymayınız. Doğru yoldan ayrılmayınız!) buyuruldu. Onun dînine, (Doğru yol) buyuruyor. Onun dîni dışında kalan yollara, felâket yolu deyip, bu yollardan kaçınınız buyuruyor.
O Server “aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlâya şükr etmek ve insanlara hakîkati bildirmek için, (Yolların en hayrlısı, doğrusu, Muhammedin “aleyhisselâm” yoludur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Rabbim beni en güzel edeble, edeblendirdi) buyurdu.
İnsanın bâtını, zâhirini temâmlamakdadır. Zâhir ile bâtın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz. Meselâ, ağız ile yalan söylememek islâmiyyetdir. Yalan söylemek arzûsunu, zahmet çekerek, uğraşarak, kalbden çıkarmak tarîkatdir. Yalan söylemenin kalbe gelmemesi de hakîkatdir. Görülüyor ki, bâtın işi, ya’nî tarîkat ve hakîkat, zâhir işini, ya’nî islâmiyyeti temâmlamakdadır. Tarîkat yolcularına, yolculuklarında islâmiyyete uymıyan şeyler görünür ve gösterilirse, bunlar, o ândaki serhoşlukdan ve hâl denilen şü’ûrsuzluğun artmasından dolayı olur. Sâliki [tesavvuf yolcusunu], bu makâmdan geçirir, uyandırırlarsa, islâmiyyete uymayan birşey kalmaz. Meselâ, ba’zıları, sekr hâlinde iken, Zât-ı ilâhînin bu âlemi ihâta etdiğini, kapladığını sanmışdır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor. Allahü teâlânın, kendi değil, ilmi herşeyi kaplamışdır diyor ki, âlimlerin sözü dahâ doğrudur. Sôfiyye-i aliyye, bir tarafdan, Zât-ı teâlâya hiçbir şeyle hükm olunamaz, hiçbir ilm Ona yetişemez diyor. Bir yandan da, herşeyi ihâta etmiş, herşeye sirâyet etmişdir, diyor. Sözleri, birbirini tutmuyor. Sözün doğrusu, Allahü teâlâ, bîçûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî, hiçbirşeye, düşüncelere benzemez ve nasıl olduğu bilinemez. Ona kavuşan, hayrân, şaşkın ve Ona câhil olur. Orası, mahlûklar için, cehl diyârıdır. İhâta, sereyân gibi sözlerin, o mukaddes makâmda ne işi var? Böyle şeyleri söyliyen, eğer Zât-i ilâhî yerine, te’ayyün-i evveli söyliyoruz derse, sözü o kadar çirkin olmaz. Te’ayyün-i evveli, Zât-i ilâhîden ayrı bilmedikleri için, buna zât diyorlar. Te’ayyün-i evvele vahdet de derler. Mahlûkların hepsinde sârîdir, mevcûddur. Bunun için, Zât-i ilâhî, herşeyi kaplamışdır diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, Zât-i ilâhî, her düşünceden uzakdır. Hiçbirşey, O değildir. Ondan başkadırlar. Te’ayyün-i evvel diye birşey varsa, Zât-i ilâhîden ayrıdır. Bunun ihâta etmesine, Zât-i ilâhînin ihâtası denemez diyor. Görülüyor ki, âlimlerin görüşü, sôfiyyenin görüşünden dahâ ince, dahâ yüksekdir. Sôfiyyenin Zât-i ilâhî dediklerini, âlimler, zâtdan ayrı bilmekdedir. Zât-i ilâhînin yakın olması, berâber olması da böyledir.
Bâtının, ya’nî tarîkat ve hakîkatin ma’rifetleri, zâhirin, ya’nî islâmiyyetin bilgilerine, tâm uygun olduğu makâm, Sıddîklık makâmıdır ki, vilâyet derecelerinin en üstünüdür. Bu makâmdaki ma’rifetler, islâmiyyetden kıl kadar ayrı olmaz. Sıddîklık makâmı üstünde, yalnız nübüvvet, ya’nî Peygamberlik makâmı vardır. Peygambere “aleyhisselâm” vahy ile ya’nî melek ile gönderilen ilmler, Sıddîklara “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ilhâm ile bildirilmekdedir. Bu iki ilm arasındaki fark, yalnız, vahy ve ilhâm arasındaki farkdır. O hâlde, hiç ayrılık olamaz. Sıddîklık makâmının altındaki makâmların hepsinde az çok, sekr [şü’ûrsuzluk, dalgınlık] vardır. Sekrsiz olan, tâm uyanıklık, yalnız Sıddîklık makâmındadır. Peygamberlik ile Sıddîklık bilgileri arasında, ikinci bir fark da, vahy elbette doğrudur. İlhâm ise, zan iledir. Çünki, vahy, melek ile gelir. Melek, ma’sûmdur. Ya’nî öyle yaratılmışdır ki, yanlışlık yapamaz. İlhâm yeri de, yüksek ise de, ya’nî ilhâm yeri olan kalb, âlem-i emrden olup, yüksek ise de, akl ve nefs ile birlikde bulunduğu için, yanılabilir. Evet, nefs mutmeinne olmuş ise de, Fârisî beyt tercemesi:
Olsa da o, mutmeinne,
sıfatları gitmez yine.
Nefs, mutmeinne oldukdan sonra, sıfatlarının, kendisinde bırakılmasında, nice fâide vardır. Sıfatları yok edilseydi, insan, yüksek derecelere ilerliyemezdi. Rûhu, melek gibi olurdu. Kendi makâmında kalırdı. Rûh, ancak nefse uymamakla yükselebilmekdedir. Nefsde azgınlık kalmasaydı, nasıl ilerliyebilirdi. Kâinâtın efendisi “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”, kâfirlerle cihâddan geri dönünce, (Küçük muhârebeden döndük, büyük cihâda geldik) buyurdu. Nefs ile savaşmağa, (Cihâd-ı ekber) dedi. Din büyüklerinin nefslerinin azması demek, çok az (Terk-i azîmet) ve (Muhâlefet-i evlâ) etmesi demekdir. [(Azîmet), islâmiyyetin izn verdiği şeyleri de yapmamak, (Evlâ) da, herşeyin en iyisini yapmakdır. Nefs, azîmeti ve evlâyı istemiyor.] Büyüklerin nefslerinde, yalnız bu terki istemek vardır. Yoksa azîmeti ve evlâyı terk etmezler. İşte, nefslerinin, yalnız bu istemesinden dolayı, cenâb-ı Hakka o kadar çok yalvarırlar, o kadar çok pişmân olur, sızlarlar ki, başkalarının bir senede kazandıkları mertebelere, bir ânda yükselmelerine sebeb olur.
Yine sözümüze dönelim! Sevgilinin ahlâkı, sıfatları, her nerede bulunursa orası da sevilir. Âl-i İmrân sûresinde, (Benim izimde yürüyünüz! Allahü teâlâ, sizi sever) meâlindeki otuzbirinci âyet, bunu işâret etmekdedir. O hâlde, Ona “aleyhissalâtü vesselâm” uymağa çalışmak, insanı, Mahbûbiyyet makâmına kavuşdurur. Aklı olanların, iyi, doğru düşünebilenlerin zâhirleri ile, bâtınları ile Habîbullaha “aleyhissalâtü vesselâm” tâm uymağa çalışması lâzımdır.
Mektûb uzunca oldu. Afv buyurunuz! Her bakımdan güzel olanı anlatan söz, güzel olacağı için, uzadıkça, güzelliği artar. Sûre-i Kehf, yüzonuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbimin kelimelerini yazmak için, deniz mürekkeb olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biter. Bir deniz dahâ getirsek o da biter) buyuruldu. Vesselâm.
Sözü başka tarafa çevirelim. Düâlarımı bildiren mektûbumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilm sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere gitdi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyuya “rahmetullahi aleyh”[1] maâş alması için veyâ yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. Dahâ fazla yazıp başınızı ağrıtmıyayım.